Aylak Adam'dan Tutunamayanlar'a Edebiyat Yolculuğu...


Aylak Adam - Tutunamayanlar

Selam millet, kitaplar için okunma zamanı şansı diye bir şey var mıdır sizce? Ben bu şansın olduğunu düşünenlerdenim. Bir kaç gün önce Oğuz Atay'ın “Tutunamayanlar” romanını okuduktan sonra, iyi ki bu kitabı ortaokulda, lisede, ya da üniversitede okumamışım diye düşündüm. Ortaokul ya da lisede okumuş olsam, bu kitap aklımda sadece pek de tat vermeyen bir kitap olarak kalacaktı, belki de daha ilk sayfalarından sıkılıp bırakmış olacaktım ve bir daha elime bile almayacaktım. Selim Işık'ın hikâyesi hiç bir zaman anlam kazanmış olmayacaktı bende. Bazı kitaplar vardır ki hayattan edindiğiniz tecrübeler ile anlam kazanır. 18 yaşınızdaki halinizle okuduğunuz kitap, 30 yaşınızda farklı, 50 yaşınızda çok daha farklı bir anlama bürünür. Benim gibi zamanın kısalığını buna karşılık okunması gereken kitapların sahildeki kum tanecikleri kadar çokluğunu düşünen, okuduğunuz bir kitabı tekrar okumak istemeyengillerdenseniz (Oğuzcum Atay'a selam ) o tek atımlık okuma kurşununuzu doğru zamanda sıkmış olmanız gerekir. Bu yüzden Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını ya da Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam’ını hayatımın bu döneminde okumuş olmamı, tüm jurinin önünde oy birliği ile okuma şansı olarak addediyorum.

Aslında kitabı okuduktan sonra düşüncelerimi yazmaya karar vermiştim. Ama bunun öncesinde Karakalennotlar'da yazılarıyla bize destek olan “Sessizharf” ile kitap hakkında, yazarı hakkında çok güzel bir sohbetimiz oldu. Ben de bu sohbeti yazıya dökmeye karar verdim. Soru cevap tadında bu sohbette ben kafamdakileri sordum o da cevapladı. O zaman iyi sohbetler efendim ehehe.

Bundan bir sene kadar önce Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ını okumaya başlamıştım. Normalde roman okumayı hiç sevmem, bir olayın etrafında giriş, gelişme ve sonuçtan ibaret olan hikâyeler olarak görürüm romanı. Sanki bana bir şey katmayacakmış gibi gelirdi hep. Her ne kadar Orwell'ın Hayvan Çiftliği ya da Golding'in Sineklerin Tanrısı gibi kitapların bir olay kurgusundan çok daha fazlası olduğunu bildiğim halde, Aylak Adam’ı da klasik bir roman olarak okumaya başlamıştım. Kitabın 30. sayfasına geldiğimde, kafamda bir türlü bir şey canlanmamıştı, "Ne okuyorum abi ben? " hissine kapıldım. Klasik bir roman gibi, bir hikâyenin etrafında dönen karakterlerin hikâyelerinden ibaret sanmıştım belki. Ama öyle olmadığını anlayıp, kitabı baştan tekrar daha dikkatli bir şekilde okumaya başladım. Aynı şeyi Tutunamayanlar romanı için de hissettim. İtiraf etmeliyim ki, storytel uygulaması imdadıma yetişmeseydi belki kitabı yarım bırakıp, ekşi sözlük'e "Tutunamayanlar" başlığına değil, "Tutunamayanları bitiremeyenler" başlığına yorum yapmak için girecektim. Sence ne bu iki kitabı okumayı zor kılan şey? Dil mi? Anlatım biçimi mi? 

Okur çevrelerinde hemen hemen herkesin bu iki roman ve bunlara benzer kurgulanan sonraki romanlarla ilgili senin yaşadığına benzer beklentileri, hayal kırıklıkları, anlamadıkları için sıkılmışlıkları, saçma bulmuşlukları, negerekvarcanımböyleromanmıolurdemişlikleri ve bütün bu saydırmışlıklarına rağmen dönüp tekrar okumuşlukları meşhurdur. (Buna ben de dahilim.) Çünkü edebiyat tarihimizde Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan “toplumcu gerçekçi” edebiyata, yani bizim köy romanı dediğimiz rüzgâra kapılmamıştır. Hâl böyle olunca onların toplumdan kopuk, toplumu anlamayan ve anlatmayan aydınlar olduğu izlenimi oluşur edebiyat çevrelerinde. Çok ilginçtir ki Yusuf Atılgan uzun süre Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde yaşamıştır. Onları o yıllardaki köy romancılarından (Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Talip Apaydın, Samim Kocagöz vb.) ayıran hem insanın iç dünyasına yönelmeleri, hem geleneğin dışında anlatım tekniklerini (bilinç akımı, iç konuşma, alıntılanan iç konuşma, geriye dönüş, leitmotiv…)ustaca kullanmalarıdır. Bizim edebiyatımız masal-destan-halk hikâyesi geleneğinin devamıdır. Dolayısıyla toplumun edebiyattan beklentisi belirgin bir olay örgüsü, ne yapacağı kestirilen kahramanlar ve eserin sonunda ulaşılmış net bir sonuçtur. Bu tür hikâye ve romanlar okuyucu için alışageldiği -deyim yerindeyse- “kolay lokma”dır. İnsanlar hızlı okuyabildiği, kolay anlayabildiği ve merakını gideren bir olay örgüsüne dayalı romanları sever. Halk hikâyesi geleneğimiz olmasa bugünkü hikâye ve romanlarımız da olmazdı tabii ki. Ama edebiyatın da sanat olarak gelişmesi, hamle yapabilmesi için modern anlatım tekniklerinin kullanılması gerekiyordu. Bir yazar, okuyucu kitlesinin beklentilerini ön plana alarak daha çok rağbet görebilir, evet ama böyle yazarsa özgünlük çıtasına erişmesi zor olur. Aylak Adam ve Tutunamayanlar, yazarlarının yaşadığı dönemde çok rağbet görmeyen hatta kıyasıya eleştirilen, sonraki dönemlerde de belli bir psikoloji-felsefe-edebiyat-tecrübe-kelime birikimine sahip olmadan okunamayacak romanlardır. Bir okurun kitaptan beklentileri vardır ki genelde en çok beklenen sürükleyici olmasıdır, bir çırpıda okunuvermesi. Okuma eylemi karşılıklı bir eylemdir, kitabın da okurdan beklentisi vardır ve biz bunu hep göz ardı ederiz. Yukarıda saydığım birikimleri edinmeyen bir okur istemez Bay C. ve Selim Işık! Yani her zaman okur kitap seçmez, bazı kitaplar da okurunu seçer.

Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “Veli Ağa’nın öküzleri gibi öküz, yoktur!”, demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”
Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanını Aylak Adam'ın yukarıda alıntıladığım paragrafından esinlenerek yazdığı söyleniyor. Hatta Oğuz Atay kitabı bitirdikten sonra Yusuf Atılgan'a gönderir fakat Yusuf Atılgan kitap hakkında bir geri bildirim vermez Oğuz Atay'a. Oğuz Atay'ın buna çok içerlediği söylenir. Gerçi daha sonra Yusuf Atılgan'ın bu konuyla ilgili olarak;
"Tutunamayanlar'ı çok beğenmiştim ama böyle bir kitabı yazan birinin benim yorumuma ihtiyacı olmadığını düşünmüştüm. Keşke hayatta olsaydı da bunu kendisine söyleyebilseydim"  dediğini biliyoruz.  İki yazarı sence ortak kılan nokta ne? İki yazarın başkarakterleri, Bay C. ve Selim Işık. Bu iki karakterin ortak noktaları ne? 

Bu soruyla ilgili bilgi ve düşüncelerimi sınıflandırmakta epey zorlandığımı söylemeliyim. Cevap verirken yanlış bir şey söylemekten de korkuyorum açıkçası. Modern Türk romanını bütün çetrefilliğine rağmen seven bir okur olarak bu iki yazarın ve kahramanlarının kendimce belli başlı ortak noktalarını şöyle sıralamaya çalıştım:
*Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan okurken satırların arkasında Ahmet Hamdi TANPINAR’ın soluğunu duyuyorum. Onun topluma panaromik bakışı, insana dair meselelere felsefi-psikolojik-ironik-detaycı-hisli yaklaşımını görüyorum her iki romancıda. Yusuf Atılgan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde dönemin ünlü edebiyatçıları ve dilcilerinin (Reşit Rahmeti Arat, Halide Edip Adıvar, Ali Nihat Tarlan, Fahir İz ve Tanpınar’ın) öğrencisi olmuş, özellikle Tanpınar’ın öğrencisi olmaktan büyük kıvanç duymuştur. Bizim edebiyatımızda en çok tartışılan konulardan biri edebiyatın sanat için mi, toplum için mi olduğu meselesidir. Farklı edebiyat gruplarının bu iki zıt görüşün birine yaslanarak eserlerini ortaya koyduğunu görürüz. Ahmet Hamdi Tanpınar bu tartışmayı tek yönlülükten kurtaracak bir görüşü benimser ve der ki: “Bir insanı bütün yönleriyle anlatabilen bir romancı, toplumu da en iyi şekilde anlatmış olur.” İşte Atay ve Atılgan bu cümlenin hakkını vermiş, Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi bir başyapıta imza atmış ustalarının romana getirdiği yenilikleri çoğaltarak yol almışlardır. Tanpınar, bir edebiyat topluluğuna katılmamıştır ama Türk romanında bana göre en özgün çığırı açmıştır. Atay ve Atılgan da bu ekolü taklit etmeden ileri götürenlerdir.

**İki yazar arasındaki bir başka benzerlik de hayat hikâyeleridir. Oğuz Atay tiyatro okumak ister, resme meraklıdır ama babasını kıramadığı için inşaat mühendisi olur. Mezun olunca üniversitede öğretim üyesi olur, bir şirket kurar, bu şirket 1967’de (Tutunamayanlar’ı yazmaya başladığı yıl) iflas eder, aynı yıl eşi Fatma Fikriye Hanım’dan ayrılır, üniversitedeki çevresi roman yazdığı için onu alaya alır, ee edebiyat çevreleri tarafından da takdir görmez, Tutunamayanlar’ı baskıya götürdüğü yayınevi, kitap için “deli saçması” der… Yusuf Atılgan’ın ailesi tıp okumasını ister, o Atay’dan daha dirayetli çıkar ve edebiyat öğretmeni olur, aynı zamanda askeriyeye girer okul masraflarını babası göndermediği için. Sonra memleketi Manisa’nın bir kasabasında askeri lisede göreve başlar. İleri Gençlik Birliği diye bir örgüte üye olduğu için yaklaşık bir yıl hapis yatar, çıkınca da hem askerlikten hem öğretmenlikten atılır. Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne yerleşir ve hayatını uzunca bir süre çiftçilikle sağlar. Aylak Adam yayımlandığında da Tutunamayanlar ile benzer tepkilerle karşılaşır.

***Yukarıda özetlemeye çalıştığım bilgilere bakıldığında her iki yazarın da çok donanımlı oldukları, takdir görmedikleri, edebiyat anlayışlarının -sırf genel eğilime uymadıkları için-kıyasıya eleştirildiği, istedikleri mesleği yapamayışları “okudum, meslek edindim, eser ortaya koydum buna rağmen gene mutsuz ve umutsuzum” ruh hâline sürüklenmelerine sebep olmuştur.
Tutunamayanlar’ın başkişisi Selim Işık ile Aylak Adam’ın Bay C.si o dönemde toplumun beklentilerine cevap vermeyen aydın kesimin ortak sembolüdür. Yani ha Selim demişiz ha Oğuz/Tanpınar, ha Bay C olmuş ha Yusuf/Sait Faik…

Genelde fakir ama gururlu roman kahramanlarına çok bayılırız. Fakir bir roman kahramanı kitap boyunca evrimini tamamlar ve mutlu sona ulaşır. Edebiyat tarihinde de bu durum üzerinden romanlar yazılmıştır muhakkak. Fakat Aylak Adam ve Tutunamayanlar romanlarının iki merkez karakterine baktığımızda Bay C. ve Selim Işık, ikisinin de maddi olarak sorunları olmadığını ki Bay C. bildiğin zengin, Selim Işık da  anladığımız kadarıyla başarılı bir mühendis. İki karakterin sosyo-ekonomik düzeyi bir tesadüf mü? Yoksa bilinçli olarak mı kurgulanmış?

Evet, bilinçli kurgulandığını düşünüyorum. Okuduğum, dinlediğim ve izlediğim yazar söyleşilerine dayanarak bu kadar kesin konuşuyorum. Bu söyleşilerde eserleriyle ilgili kurgunun tesadüflere dayandığını söyleyene rastlamadım. Özellikle roman söz konusu olduğunda-uzun soluklu ve karmaşık bir kurgu gerektirdiğinden-tesadüften bahsetmek zor olur. Bu iki roman kahramanı Türkiye’de yeni ortaya çıkan “aydın-burjuva” kesimi temsil eder. Türkiye tarihi açısından bakacak olursak Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan, şehirleri harabeye dönen, halkı iyice yoksullaşan bir devletin edebiyata yansıyan tarafı Anadolu insanı ve sıkıntılarıydı. 1930’lardan itibaren köylerde ağa-köylü, şehirlerde patron-işçi çatışması eklendi konulara. Bu hayatın dışında kalan okumuş yazmış, meslek sahibi, memleket meselelerine hakim, yabancı dil ve edebiyattan haberi olan aydın kesimin de kendince mutsuzluk kaynakları vardı. Bunlar İkinci Dünya Savaşı’nın mirası olan evrensel bunalım, dünya edebiyatını avucunun içine alan varoluşçuluk akımı, distopik eserlerin sayısının artması; Türk toplumunun aydınlar kadar entelektüel boyuta erişip onları anlamasının mümkün olmayışı gibi sebepler olarak sayılabilir. Yani ağanın boyunduruğunda, patronun iş saatlerinde ezilmeyen aydınların da toplum adına kaygıları var, ilerlemek için toplumdan uzaklaşma riskini göze almanın ruhlarında açtığı yaralar var. “Oyunlarla Yaşayanlar”dan alınan aşağıdaki bölüm Selim ile Bay C.nin sancılarını özetliyor bir bakıma:
“(...)Ey zavallı milletim dinle! Su anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz.”
 Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar

Bilim ve bilim tarihi okumayı da sevdiğim için beni en çok etkileyen yorumlardan birisi, Big Bang Teorisine alternatif olarak ortaya atılan, kapanan evren teorisi olmuştur. Yani evren belli bir hızla genişleyip, genişleme hızının gittikçe azalıp, durup ve tekrar evrenin geriye doğru içine çökmesi ve sonra tekrar ilk baştaki süreçlerin başlayıp tekrar bir big bang ile evrenin tekrar açılmaya başlaması teorisidir. Yani sonsuz bir döngüden bahseden evren teorisi. Tutunamayanlar'da da Turgut en son hiç bitmeyecek bir tren yolculuğuna çıkar. Bu tren yolculuğunda Turgut bir gazeteciye rastlar ve ona yazmış olduğu Tutunamayanlar'ın bir el yazmasını verir. Tam bu noktada aslında kitabın en başına "Sonun başlangıcı" adlı ilk bölüme gidiyoruz. Yani kitabın sonu ayrıca kitabın başlangıcı oluyor. Kendi üstüne kapanan bir zaman anlayışı gibi. Kitapta aslında üç hikâyeyi beraber okuyoruz: "Tutunamayanlar" kitabının hikâyesi, kitabın hikâyesinin içinde Turgut'un hikâyesi, Turgut'un hikâyesinin içinde Selim'in hikâyesi. Selimin hikâyesinin bittiği yerde Tutunamayanlar'ın hikâyesi başlıyor. :) Sence bu döngünün içinde Turgut da bir Selim oluyor mu?  Çünkü Selim Günseli’yle bir konuşmasında: " Benim ölümüm başkalarının ölümüne benzemez, ben bir yolunu bulur gene dirilirim." demişti. Buradan hareketle Turgut da kendi hikâyesinin sonunda Selimleşti mi demeliyiz?

Neden olmasın? Sonun aynı zamanda başlangıç oluşu, söylediğin gibi evrenin sonsuzluğundan edebiyata yansımış bir teknik olabilir. Benzer bir kurgu Hasan Ali Toptaş’ın “Uykuların Doğusu” romanında da var: Romanın son cümlesi yarım, cümlenin devamı romanın ilk sayfasında. Bu teknik sinemada da çok uygulanıyor son dönem filmlerinde. Bence her iki sanat dalında da sanatçının sonsuzluğa ulaşma dürtüsünün yansıması bu dairesel anlatım. Bitmeyen, yeniden başlayan ve dolayısıyla yeniden bitmeyen, hiç bitirilemeyecek olan bir eser yazmak… Çok etkileyici bence! Kahramanların zamanla birbirine dönüşmesi bence hikâyelerinin birbirine benzemesinden ziyade hikâyesini üstlenmekten kaynaklanıyor. Turgut Selim’in hikâyesinin izini sürerken kendi rutininden, eşinden, günlük hayatından uzaklaşmıştır. E artık eski Turgut değildir. İnsanı en çok değiştiren zihinsel dönüşümlerdir, fikirleridir; herhangi bir konu, olay veya kişiyle ilgili bir fikir değişikliği yaşadıktan sonra bir daha hiçbir şey düşünmemiş gibi davranamayız. Düşünce oku yaydan çıktı mı geri gelmez, Turgut da gelmedi; hâlâ trende!

Türkiye'nin en iyi komedyenlerinden (bence en iyisi) Cem Yılmaz'a Habertürk Kısa Devre programında sunucu soruyor: " Yerli ve yabancı komedyenler arasında en sevdiğin kimler vardır ? " Cem Yılmaz bu soruya cevap olarak " Komedyen değil de mizahçı olarak dönüp dönüp tekrar tekrar Oğuz Atay okuyorum." diye cevap veriyor. " Mizahi bir bakış açısı olarak Oğuz Atay beni çok heyecanlandırıyor. " diye ekliyor. Oğuz Atay'ın yarattığı karakterler açısında hikâyesinin içinde ciddi bir mizah unsuru da yerleştirmiş olduğunu kitabı okuyunca çok rahat anlayabiliyoruz. Bu içinde barındırdığı mizah için ne dersin? 

Kesinlikle katılıyorum. Bunu bizzat tecrübe ettim çünkü. Tehlikeli Oyunları okurken birçok yerde kahkaha attığımı, bunu kitapta görünür kılmak için o yerlere gülücük emojisi yazdığımı bilirim. Mizahî edebiyat-örneğin Aziz Nesin- ve komedyenlerden beklentimiz bizi gözlerimiz yaşarana kadar güldürmesi, gülmemiz geçince de oturtup düşündürmeleridir. Oğuz Atay Aziz Nesin kulvarında bir yazar değildir, beklemezsiniz sizi güldürmesini. Oysa hemen hemen her kitabında hayatın basit yönlerindeki karmaşık mizahı apansızca önünüze bırakıverir.  Bunu yaparken ilkin kendini alaya alır, kahramanlarının hayat karşısındaki yarım kalmışlığını gösterir, sonra diğer kahramanlar, toplum derken iki üç cümleyle tüm insanlığın gelmişini geçmişini çırpıştırır. Yazarın bu derin, ince ve zekice esprileri eserlerini okurken bir kat daha keyfinizi arttırır. Bir okur olarak böyle bir yazarı okuyup anladığınız, esprilerine güldüğünüz, cümlelerinin peşinden koşarcasına sürüklendiğiniz için kendinizi şanslı hissedersiniz. Ben tam olarak öyle hissediyorum. Şimdi Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar’dan bazı parçalar ekleyerek ve bu soruları hazırlayıp adı geçen yazarlara karşı hislerimi tazelediğin için teşekkür ederek susuyorum:
“Ne zaman hayata tutunmaya çalışsak hep mahrem yerleri geldi elimize.”
“Sol melek! Buyrun yüzbaşım! Bana, iki tane daha, eğilenhostesinbacaklarına bakma günahı yaz.”
“Felsefeciler, böyle günlük konularla uğraşsalardı ne iyi olurdu, diye düşündü. ‘Bakkal Rıza’ya Gitmek Meselesi’ üzerinde bir deneme yazılmış olsalardı mesela.”

Konu Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan olunca daha sorulacak o kadar soru, söylenecek o kadar söz kalıyor ki geriye, tabi bunların hepsini burada paylaşmamız mümkün değil. Önce bize bu eserleri bırakan iki Tutunamayanı rahmetle anayım. Oğuzcum Atay'ın " Ben buradayım sevgili okurum, sen neredesin ? " sorusuna, "Biz de buradayız ama artık sen yoksun" diye cevap verelim.Sonra bu güzel sohbet için "sessizharf'e teşekkür edelim. Yaşadığımız bu karmaşık dünyanın içinde hepimiz bir Tutunamayanız aslında. Sadece Tutunamadığımızı ne zaman fark ederiz, o değişiklik gösterir. Hadi eyvallah -






Yorum Gönder

0 Yorumlar