Ayı



Lise son sınıf bitmiş, üniversite sınavı gelmiş çatmıştı. Lisede ortalama bir öğrencilik dönemi geçirdikten sonra, sınava da pek fazla hazırlanmadığım için sınavdan da pek bir beklentim yoktu. Ailemin beklentileri vardı belki de, üzerimde hissettiğim baskı sınavı kazanabilecek miyim baskısı değil, babamın nasıl bir tepki vereceği baskısıydı. Dershaneye verilen onlarca para vardı, dil sınıfı öğrencisi olduğumuz için ve Muğla'da bu işi yapan pek fazla dershane olmadığı için, normal dershane fiyatının neredeyse iki katına yazdırmıştı peder bey beni dershaneye.Anaannemin o kadar okumaz bu çocuk, zanaata verin baskısına rağmen uğraşmıştı peder bey belki okur diye.Valide ise elinden gelen son şeyi de yapmış sınav günü sabahı akşamdan okuduğu pirinç tanelerini sayarak vermişti elime. Pirinç tanelerini kıtır kıtır yerken, zaman da kıtır kıtır işliyordu.Sınava girdik çıktık, beklentilerimden daha iyi bir sınav geçse de beklenilenden çok daha kötü bir sınav geçmişti. Bizim dönemde dil sınıfları için sınav iki aşamadan oluşur, birincisinde Öss'ye ikincisinde Yds'ye girerdik. Daha ilk sınavdan tökezlemiştim ben. Olmayacağı bariz bir şekilde belliydi. Sınav sonrası eve döndük, Tv de uzman öğretmenler eşliğinde sınav soruları çözülürdü o zamanlar.Ben de isteksiz bir şekilde kontrol etmiştim cevaplarımı ve durum pek de iyi görünmüyordu. Peder bey gelip nasıl olduğunu sorduğunda, umutsuz bir şekilde olmayacak demiştim. Pek de kızmadı babam, ya da kızmamış gibi davrandı ya da gerçekten kızmadı bilmiyorum... Ama "zaten senden bişey olmaz" dediğindeki ses tonu kızmasından çok daha kötüydü." Daha ikinci sınava girmeden bütün moralimi alt üst ettin" diye bir pembe yalan söyledim. Kendi sorumsuzluğumu onun söylemlerine yüklemiştim. Oysa alt üst olan bir moralim yoktu ortada, zaten moral de yoktu. Ama o söylediğim bütün moralimi alt üst ettin lafına kendimi o kadar inandırmıştım ki, 1 hafta boyunca sırf pedere inat ikinci sınavdan full çekeceğimi hayal etmiştim. İkinci sınavdan sonra ise herşey gün yüzüne çıkmıştı. Umutlar tükenince geriye kalan gerçekler hayatın ta kendisiydi işte. Adam akıllı hazırlanmamıştım sınava ve kazanamamıştım. Ama o ikinci sınavdan full yapacağımı düşünerek geçirdiğim zaman bana birşey öğretmişti, umut fakirin ekmeğidir.

         Ertesi sene güzel bir hazırlık sürecinden ve yine dershaneye akıtılan onca paradan sonra tekrar sınava girdim.Yine okunmuş pirinçleri yedim, yine kahvaltıda cevizler, ballar önüme serildi. Ama bu sefer baskı yoktu üzerimde. Babam da profosyenelleşmişti artık.Sınav kaygısını azaltacak bütün psikolojik oyunları öğrenmişti. Sınavdan önce "olursa olur, olmazsa olmaz dert etme" diyerek kaygımı normal seviyeye indirmeye çalışıyordu. İlk sınav güzel geçmiş, ardından gelen ikinci sınavda güzel geçmişti. Netlerime bakmıştım ve artık üniversiteyle aramda bir kapı kalmamıştı. İkinci rauntta kazanmıştım. Belki de ilk sene annem güzel okuyamamıştı pirinçleri :) İkinci senesinde o da kıvamı tutturmuştu.Onca sıkı ve güzel çalışmadan sonra o sene bana bir şey daha öğretmişti " "Azimle işeyen duvarı deler".

     Üniversitenin ilk yaz tatilinde kendimi direk Marmaris'e atmıştım. Güzel bir iş bulup yaz tatilinde biraz harçlığımı çıkartıp, biraz da İngilizce pratiğimi geçiştirecektim. Bir kaç günlük arayıştan sonra  küçük bir otelde gece resepsiyonistliği bulmuştum. Çok büyük bir otel değil hatta pansiyon tarzında bir yerdi. Patronla ilk başta konuşmuştuk tabi, ona da anlatmıştım İngilizce pratiğimi geliştirebilecek yer olur mu diye ? Tabi tabi demişti, İngiliz müşterilerimiz çok olur bizim diye söylemişti. Üç kuruşa çalışacaktık ama maksat paradan önce İngilizce'mi geliştirmekti. Başladık çalışmaya, aradan bir 10 gün geçti, ne İngiliz var gelen, ne de Alman. Gecelik müşteriler geliyordu sadece. Otel otel değildi anlayacağın. Bırak İngilizceyi resepsiyonda kurduğumuz Türkçe cümle sayısı bile kısıtlıydı. Gece müşteri gelir,
-- Boş oda var mı ?
-- Var ?
-- Kaç para
-- 100 TL
-- Anahtarı alayım, bayanın kimliği yok yalnız..
gibi buna benzer kısa diyaloglar kurulurdu. Türkçe'ye başlangıç seviyesi yani.

Bir kaç gün daha dayandım en son bir gece yarısı saat 3 gibi patron geldi dışarıya oturdu, sade kahve istedi. Belli yine içmiş gelmiş. Gittim mutfakta kahveyi yaptım, Kasadaki paraları, hesapları istedi pezevenk onları da getirdim teslim ettim. İyice zıt gitmiştim zaten adama. En son karar verdim konuşup işi bırakacağımı söyleyektim. Cesaretimi toplayıp çıktım karşısına, dedim ben işi bırakıyorum. Yüzüme ters ters baktıktan sonra -Neden diye sordu. Yok dedim, sen yabancı müşterimiz olur demiştin 10 gündür ne gelen var ne giden, parasında da değilim ben pratiğimi geliştirecek başka yerde iş bulacam dedim. Sandalyeyi az geriye doğru çekti, git lan eşyalarını topla dedi. Bu geceyi de bitireyim sabah gideyim sözünü tamamlayamadan Amerikalıların meşhur fuck off sözüyle cümlemi yarıda kesti. Gözü döndü ibnenin. O paraya çalıştıracak enayi bulması biraz zordu sezonun tam ortasında. Çıktım yukarıya eşyalarımı topluyorum ama gidecek bir yer yok, cepte para yok, adamdan 10 günlük paramı istesem kesin dalacak belli. Küçük bir valizim vardı aldım hızlıca dışarıya attım kendimi. Geçerken suratına bile bakmadım ibnenin. Gittim gece 3 gibi sahile sabaha kadar oturup sabahta yeni iş bakmaya başlayacaktım. O gün de şunu anladım ki " Ayı ile dansa kalkarsan, müzik bitince değil, ayı istediğinde oturursun."

              Bak dostum bu hayatta daha önceden bu deneyimleri, duyguları yaşayan birileri olmuş ki bunların ismini koyabilmişler, ya da duygularını tercüme edebilmişler. Ne güzel etmişler ki ismine de atasözü demişler, ve bu yaşadığın duygulara tercüman olan sözler nesilden nesile aktarılmış.

           Bugünlerde içimde o azimle çalışan çocuk kayboldu, bir umudum vardı o da kayboldu. Umudun bitince de geriye kalan hayatın ta gerçekleridir işte Soğuk bir kış günü yüzünü gösteren güneş gibi hayat, içimi ısıtıyor ama tenim hala üşüyor.

        Bir de daha sıkıntı olan durum, müzik bitti ayı hala oturmadı :))) Hadi eyvallah

Yorum Gönder

2 Yorumlar